Yaklaştı bana…
“Yaklaş…”
Süreksiz bir deneyimdi… Bir anlık.
Ve nitelikleriyle göründü… Ancak onlar da başka nesnelerin niteliklerine bağlı değil miydi? Peki, nerede o ölümsüz güzellik?
Biraz daha yaklaştı bana…
Bir ağ saldı göğsümden bedenine, ince ayaklarından kan damlayan (kan ona ait değildi) örümcek… mesafemizi ölçtü…
Yaklaştı bana…
“Karanlıktasın”
“Karanlıktayız(!)”
Kendini kıyaslayacak bir sabit fark edemedin… bocaladın…
Rüzgar esiyordu… Gökyüzünün esiri olmamak için elini daldırdın denize…Eriyik tuzu hissediyordun… Acı acı gülümsedin, nede olsa görme yalnızca ışığa bağımlıydı…
“Tanıdın mı?”
Gökyüzünde gümüş renginde iki bulutun iki ayraçla kavradığı ay, kıyılarda denizin köpüklerini betimlemedeydi…
“Gerekli mi?”
Gözlerime bakamadın…
Gerekli değildi…
Önümüzdeki cenazeye bakmaya başladık… Herkes mesafesinden memnun ama utanmış…
“Gömmeliyiz”
Gömmeliydik…
Otopsiden yeni çıkmış ve dikişlerinden kan sızmaktaydı…
İyice yaklaştı…
Kafasına poşet geçirdin, yağlıydın, gençti… Ben seni görmemek pahasına gecenin son beyazını sardım bedenine…
Sıradan bir dalga sesine, bir daha bu sıradanlığı yaşayamamak pahasına, fırlattık. Bedeninden son ayrılan benim ellerimdi. Korktum. Sen sevindin, öyle olmalı…
Yaklaştı…
Yanımızdaydı artık…
İçimizde…
Artık hiç gitmeyecekti…
Mesafesini henüz tamamlamış örümcek rüzgara savruldu…
Bir anda tuhaf bir fısıltıyla iskelenin bakır korkuluklarında duyurdu kendini huzur…
Huzurluyduk…
O… huzurluydu,
öyle olmalı…